Nietzsche Ağladığında kitabını ilk denememde sadece 50 sayfa okuyabilmiştim, ikinci denememde hayatımın en özel kitabı oldu. Kroyçer Sonat'ı bir ara tekrar okuyup bu konudaki ünvanını koruma konusunda bir rövanş hakkı vermeyi düşünüyorum ama.
Aslında en kısa ve genel geçer yorumları bazen benim için çok özel ve önemli şeylere dair yapan bir yapım var. Fakat bu kitaba özel bir şekilde, bu kitaptan öğrendiğimi yapıp "baca temizlemeye" çalışacağım. Bir de son zamanlarda artan bir unutkanlığım var, bu herkeste de böyle mi yoksa bana mı özgü bilmiyorum, bu yüzden yazsam iyi olacak. Çünkü böyle şeyleri zamana teslim edip unutmak benim gerçekten zoruma giden şeylerden bir tanesi.
Nietszche, Freud, Salomé, Paul Ree, Breuer, Bertha, Mathilde, Frau Becker, Fischmann, Max, Eva Berger...
Kitaptaki olay örgüsünü kısaca not tarzı yazmak istedim ama zaten bunun her yerde olduğunu ve işin içinden çıkamayacağımı düşünerek yazmadım. Benim için önemli olan mevzuya geleyim, neden bende en özel kitap oldu?
Beni düşünmeye ve kendime bakmaya sevk ettiği için. Kendi geçmişimin bazı parçalarıyla yüzleşmek için. İnsanlar tamamen vazgeçilmeyecek kadar mühim, ancak büyütülmeyecek kadar da önemsiz. Ölüm gelip de her şeyi bir anda olduğu yerde sonlandırmadığı sürece başkalarının devam eden hayatlarında kendimizi düşünüp rollenmeye gerek olmadığını öğrendim. Dr. Breuer'in Bertha'nın Dr. Durkin ile olan yaşantılarına şahit olması; Eva Berger'in Breuer'in yüzlerce kez içini kemiren olayı hatırlamaması ya da Nietzsche'nin Lou Salomé'a dair en özel anısının hatırlanmadığını, bir kez bile değinilmediğini öğrenmesi; onun yaşadıklarının bir başkasıyla da yaşandığını öğrenmesi vesaire. Bu aslında sığ gibi görünen derin bir mevzu benim için. Ben kendi zihnimdeki Bertha'dan en çok bir başkasıyla yaşadıklarını düşündüğüm zaman soyutlanıyorum. Bunu yeniden anladım. "Değişmeyen yalnızca ölülerdir. Yalnızca annen Bertha zamanın bir noktasında asılı kalmış bir halde, seni bekliyor." Bir de kalbimde sandığım yerin zihnimdeki bazı boşlukların doldurulmasından başka bir şey olmadığını. İhtiras ve sihir. Bunlar benim için keşfetmesi imkansız şeyler değildi ancak gene de gerçeğin böyle toplu bir halde suratıma vurulmasına ihtiyacım vardı bu kesin. Breuer'in bir kadından beklentisinin benimkiyle aynı olduğunu fark ettim. Bencilce, hem de sapına kadar, ancak kim bencil değil ki ve hangi erkek bunu istemez ki? Bana bakarken ellerini kalbine koyup aptalca bir gülümsemenin arasında iç çeken bir kadın figürü gözümün önünden silinmiyor o bölümden beridir.
Kitabın ilk başının gizemi ilerleyen kısımlarda keyifli bir maçı izlemeye dönüşüyor, ancak kitap asıl işler Lauzon kliniğine taşındıktan sonra başlıyor diyebilirim benim için. Herkesin kendine göre bir şeyler çıkarması gereken o kısım. Her cümlesine dönüp dönüp bakılabilecek olan derin bir eser. Breuer kadar başarılı asla olamayacağım, yazgım belki de onun gibi finalde sevmeyi öğreneceğim kadar görkemli de değil, ancak onunla bazı konularda benzediğimizi söyleyebilirim. Çıktığı yolculuğun tasviri bu yüzden mi bana bu kadar çok iyi geçti, yoksa hep mi öyleydi bilmiyorum, ancak ben bir kitap okurken hayal kırıklığını hiç böylesine hissetmemiştim. Freud'un "Josef, Josef" seslenmeleri sanki beni de kötü bir rüyadan uyandırır gibiydi. Ancak bazen beni hipnoz edecek bir Freud olmamasından dolayı böyle bir yolculuğa çıkıp ebemin örekesini görmeye ihtiyacım mı var diye düşünmeye başladım şimdi de. Yine de onun her şeyi halledebilmesi beni manasızca mutlu etti.
Bu konuda yüzde yüz seviyesinde değilim henüz ama "böyle olmalıydı"dan ziyade "böyle oldu, çünkü böyle istedim" diyebilmek, yazgıyı sevebilmek, amor fati gerçekten de olması gereken şey. Tek canlı Mario olduğumuz şu hayatta gerçekten de yaşamış olmak için. Hayatın bizi yaşatması değil, bizim hayatı yaşamamız için. Bu öğüdü alıp bu çıkarımı yapabilmemi bile bir adım olarak görüyorum. Bunu gerçekleştirmem konusunda kendime çok güveniyor muyum? Dürüstçe söyleyeyim hayır. Ancak bardağın dibindeki tek bir damla olan hayatımdan başka bir varlığım yoksa, başka da bir şansım yok. Bunun da olabileceğini söylemem lazım. Nietzsche "ümit kötülüklerin en büyüğüdür çünkü işkenceyi uzatır" da diyor, bu konuda onu haklı çıkartıp çıkartmadığımı da göreceğiz. En azından finalde vardıkları ortak noktayı denemekte fayda var. Bu konuda ve hala bir şeylere inanma konusunda onlardan ayrılıyorum. Ve "Ölüm varsa ben yokum, ben varsam ölüm yok" saniyelerle sınırlı biz yüzleşme kimseye zarar vermez. Korkmanın, endişelenilmesi gerekenin ölüm değil yaşamak olduğunu hatırladım. Gerçekten ölmüş olup olmadığımızı bile nasıl yaşadığımız belirlerken hem de. Bazen böyle içimde iyi hislerin doğduğu olur. Nietzsche'nin hasta olmadan geçen 48 günü gibi. Bu da o günlerden bir tanesi. Yaklaşan karabulut ve yağmur beni şaşırtmaz, ancak ben bugün güneşli hissediyorum, umarım bozulmaz.
Her şey kişisel değil tabi, böyle mühim insanları muhteşem bir kurguyla bir potada eritebilmek de kitabın en büyük etkileyiciliğini oluşturan şeylerden biri benim için. Irvin D. Yalom'un okuduğum tek kitabı buydu, daha fazlasını okumalıyım. Zaten okumak başlı başına bana iyi hissettiren nadir şeylerden biri, belki bir önceki paragrafta bahsettiğim güneşliliğin sebebi budur.