Sen benim dört mevsim kışı yaşayan yüreğimde karlı bir dağsın
Ben gün yüzü görmedim ki bu dağımın karı eriyebilsin
Bir dağ ne kadar büyükse senin gönlümde kapladığın yer de o kadar büyük
Ve benim kuş uçmaz, kervan geçmez, üzerinde ot bile bitmeyen gönlümde bir dağın ne derece anlamlı olduğunu bilemezsin
Bu dağı aşmam gerek belki ve aştığım zaman her şeyin daha iyi olacağından da adım gibi eminim
Ancak bunu aşacak gücü kendimde hissedemiyorum
Ben ne bu dağın hakimi olmak istiyorum
Ne de bu dağın varlığıyla kavgalıyım.
Onun hep var olacağını bilerek yaşıyorum sadece.
Bunu geç de olsa kabullenerek.
9 Temmuz 2018 Pazartesi
11 Haziran 2018 Pazartesi
Nietzsche Ağladığında kitabını ilk denememde sadece 50 sayfa okuyabilmiştim, ikinci denememde hayatımın en özel kitabı oldu. Kroyçer Sonat'ı bir ara tekrar okuyup bu konudaki ünvanını koruma konusunda bir rövanş hakkı vermeyi düşünüyorum ama.
Aslında en kısa ve genel geçer yorumları bazen benim için çok özel ve önemli şeylere dair yapan bir yapım var. Fakat bu kitaba özel bir şekilde, bu kitaptan öğrendiğimi yapıp "baca temizlemeye" çalışacağım. Bir de son zamanlarda artan bir unutkanlığım var, bu herkeste de böyle mi yoksa bana mı özgü bilmiyorum, bu yüzden yazsam iyi olacak. Çünkü böyle şeyleri zamana teslim edip unutmak benim gerçekten zoruma giden şeylerden bir tanesi.
Nietszche, Freud, Salomé, Paul Ree, Breuer, Bertha, Mathilde, Frau Becker, Fischmann, Max, Eva Berger...
Kitaptaki olay örgüsünü kısaca not tarzı yazmak istedim ama zaten bunun her yerde olduğunu ve işin içinden çıkamayacağımı düşünerek yazmadım. Benim için önemli olan mevzuya geleyim, neden bende en özel kitap oldu?
Beni düşünmeye ve kendime bakmaya sevk ettiği için. Kendi geçmişimin bazı parçalarıyla yüzleşmek için. İnsanlar tamamen vazgeçilmeyecek kadar mühim, ancak büyütülmeyecek kadar da önemsiz. Ölüm gelip de her şeyi bir anda olduğu yerde sonlandırmadığı sürece başkalarının devam eden hayatlarında kendimizi düşünüp rollenmeye gerek olmadığını öğrendim. Dr. Breuer'in Bertha'nın Dr. Durkin ile olan yaşantılarına şahit olması; Eva Berger'in Breuer'in yüzlerce kez içini kemiren olayı hatırlamaması ya da Nietzsche'nin Lou Salomé'a dair en özel anısının hatırlanmadığını, bir kez bile değinilmediğini öğrenmesi; onun yaşadıklarının bir başkasıyla da yaşandığını öğrenmesi vesaire. Bu aslında sığ gibi görünen derin bir mevzu benim için. Ben kendi zihnimdeki Bertha'dan en çok bir başkasıyla yaşadıklarını düşündüğüm zaman soyutlanıyorum. Bunu yeniden anladım. "Değişmeyen yalnızca ölülerdir. Yalnızca annen Bertha zamanın bir noktasında asılı kalmış bir halde, seni bekliyor." Bir de kalbimde sandığım yerin zihnimdeki bazı boşlukların doldurulmasından başka bir şey olmadığını. İhtiras ve sihir. Bunlar benim için keşfetmesi imkansız şeyler değildi ancak gene de gerçeğin böyle toplu bir halde suratıma vurulmasına ihtiyacım vardı bu kesin. Breuer'in bir kadından beklentisinin benimkiyle aynı olduğunu fark ettim. Bencilce, hem de sapına kadar, ancak kim bencil değil ki ve hangi erkek bunu istemez ki? Bana bakarken ellerini kalbine koyup aptalca bir gülümsemenin arasında iç çeken bir kadın figürü gözümün önünden silinmiyor o bölümden beridir.
Kitabın ilk başının gizemi ilerleyen kısımlarda keyifli bir maçı izlemeye dönüşüyor, ancak kitap asıl işler Lauzon kliniğine taşındıktan sonra başlıyor diyebilirim benim için. Herkesin kendine göre bir şeyler çıkarması gereken o kısım. Her cümlesine dönüp dönüp bakılabilecek olan derin bir eser. Breuer kadar başarılı asla olamayacağım, yazgım belki de onun gibi finalde sevmeyi öğreneceğim kadar görkemli de değil, ancak onunla bazı konularda benzediğimizi söyleyebilirim. Çıktığı yolculuğun tasviri bu yüzden mi bana bu kadar çok iyi geçti, yoksa hep mi öyleydi bilmiyorum, ancak ben bir kitap okurken hayal kırıklığını hiç böylesine hissetmemiştim. Freud'un "Josef, Josef" seslenmeleri sanki beni de kötü bir rüyadan uyandırır gibiydi. Ancak bazen beni hipnoz edecek bir Freud olmamasından dolayı böyle bir yolculuğa çıkıp ebemin örekesini görmeye ihtiyacım mı var diye düşünmeye başladım şimdi de. Yine de onun her şeyi halledebilmesi beni manasızca mutlu etti.
Bu konuda yüzde yüz seviyesinde değilim henüz ama "böyle olmalıydı"dan ziyade "böyle oldu, çünkü böyle istedim" diyebilmek, yazgıyı sevebilmek, amor fati gerçekten de olması gereken şey. Tek canlı Mario olduğumuz şu hayatta gerçekten de yaşamış olmak için. Hayatın bizi yaşatması değil, bizim hayatı yaşamamız için. Bu öğüdü alıp bu çıkarımı yapabilmemi bile bir adım olarak görüyorum. Bunu gerçekleştirmem konusunda kendime çok güveniyor muyum? Dürüstçe söyleyeyim hayır. Ancak bardağın dibindeki tek bir damla olan hayatımdan başka bir varlığım yoksa, başka da bir şansım yok. Bunun da olabileceğini söylemem lazım. Nietzsche "ümit kötülüklerin en büyüğüdür çünkü işkenceyi uzatır" da diyor, bu konuda onu haklı çıkartıp çıkartmadığımı da göreceğiz. En azından finalde vardıkları ortak noktayı denemekte fayda var. Bu konuda ve hala bir şeylere inanma konusunda onlardan ayrılıyorum. Ve "Ölüm varsa ben yokum, ben varsam ölüm yok" saniyelerle sınırlı biz yüzleşme kimseye zarar vermez. Korkmanın, endişelenilmesi gerekenin ölüm değil yaşamak olduğunu hatırladım. Gerçekten ölmüş olup olmadığımızı bile nasıl yaşadığımız belirlerken hem de. Bazen böyle içimde iyi hislerin doğduğu olur. Nietzsche'nin hasta olmadan geçen 48 günü gibi. Bu da o günlerden bir tanesi. Yaklaşan karabulut ve yağmur beni şaşırtmaz, ancak ben bugün güneşli hissediyorum, umarım bozulmaz.
Her şey kişisel değil tabi, böyle mühim insanları muhteşem bir kurguyla bir potada eritebilmek de kitabın en büyük etkileyiciliğini oluşturan şeylerden biri benim için. Irvin D. Yalom'un okuduğum tek kitabı buydu, daha fazlasını okumalıyım. Zaten okumak başlı başına bana iyi hissettiren nadir şeylerden biri, belki bir önceki paragrafta bahsettiğim güneşliliğin sebebi budur.
..
Dibinde bir damla olan bardak boş olanından yeğdir. Geri dönmeyecek zamanı har vurup harman savurduğum hayatım bu boş damlanın dibindeki bir damla. Susuzluğumu gidermeye katiyen yetmez ancak o kadarını da dökmeye kıyamam. Hiç olmayabilirdi diye şükrederim sonra da daha fazlası da olabilirdi diye isyan ya da olsun diye dua...
Öyle bir acizliğin içerisindeyim ki. Rüyalarıma girme diye yalvartacak bir acizlik. Her gece yaklaşıyorum, farklı açılardan, farklı mesafelere fakat tam varacağım o anda gün karşılıyor beni bir öncekinin bir kopyası olmak üzere. Ruhumun daraldığını, bilincimin azaldığını, kontrolümün kaybolduğunu ve bu tip pek çok eksilmeleri ruhumun ve bedenimin her zerresinde hissediyorum. Bu hisse rağmen yaşamaya tutunma çabam dipteki bir damla ve hala elimde içini doldurabilme ihtimalim olan bir bardak var. Bu ihtimale inanıyor muyum? Her şeye duyduğum inancımın pamuk ipliğine bağlandığı şu günlerde ilk kopan ipim buna ait. Ancak başka çarem var mı? Yok. Varlığım bir bardak, yokluğum bir çare.
10 Mayıs 2018 Perşembe
mayıs
Her gün geçtiğim kavşağın yanındaki tabela değişmiş ve bu, hayatı benim gibi yaşayan biri için köklü bir değişiklik. Hayat yolunda düşüncelerimle kaybolduğumu hissetsem de yere ayak basan varlığımla katiyen kaybolamıyorum. Her sokağın, her yolun nereye çıktığını iyi biliyorum ve bu durum benim canımı sıkıyor. Yürüdüğüm zaman yolu uzatabildiğim kadar uzatmaya çalışıyorum, fakat bu yürüyüşlerin sonunda katiyen yorgunluk hissetmiyorum. Kafam karışık, aklım darmaduman, davranışlarımın geldiği nokta bazen tanıyamayacağım kadar değişik bir hal alıyor. Bu öfke, bu patlamalar, böylesine bitmek, bana yakışmıyor. Bittiğimi söylediğim ilk gün bu değil, yıllardır söylüyorum. Ortada hala biten bir şey olmadığına göre bir yalancı sayılır mıyım? Belki de uygun kelimeyi bulamamış da olabilirim bunca zaman. Bu bitmek değilse de azalmaktır. Her saniye, milim milim azalmak. Ben azaldıkça bardağın boş tarafı artıyor. Dolu tarafından bolca bakış atmak istesem de başaramamamın sebebi bundan olmalı.
Bu hayatta en sevmediğim şeylerden bir tanesi hislerimi yazıya dökmek olabilir. Geçen yılların hiçbir şeyi değiştirmediğinin göstergelerini yaratıyorum. Geçen günlere bu yazılarla bir not bırakıyorum, hiçbir şeyin değişmediğine dair bir not. Kimsenin benimle beraber yürümek istemediği bu boş yolun kenarındaki tabelalar gibi. Kuş uçmaz, kervan geçmez bir yolda yalpalayarak yürüyorum ve işte bu yolda gerçektekilerin aksine yorgunluk nedir biliyorum. Çünkü bu yol, benim kafamın içindeki yoldur. Önü, ardı arkası görülemeyen; etrafında ot bitmemiş, bina dikilmemiş, tek bir dönemeci bile olmaksızın dümdüz giden ancak aslında hiçbir yere götürmeyen o yol ve ben bu yolun yolcusuyum, ancak benim istediğim yolculuk bu değil. Ve bu yolda öylesine yalpalıyorum ki tek yumrukluk canım varmış gibi hissediyorum. Somut ve etkili bir darbe ne beni bırakır, ne de bu yolu.
Dedim ya benim istediğim yolculuk bu değil diye. Gerçekten değil. Her kaldırım taşını biliyormuşum gibi hissettiğim sokaklarda yapılanlar da değil, zihnimdeki ardı arkası kesilmeyen o çölde yapılan da. Ben söken şafağa eşlik eden serinlik tenime vururken kulağımda kuş sesleriyle kaybolmak istiyorum. Döndüğümüz bir köşe bizi masmavi sulara kavuştursun. En önemlisi yanıma baktığım zaman bir boşluk değil varlığına şahit olmak istiyorum. Seninle nerede kaybolursak olalım, ne önemi var. Kaybolmadığım yıllara sayarız. Yorulalım gitsin, ben o kadar çok yorulmadım ki bu bildiğim yollarda. Uzaklaşabildiğimiz kadar uzaklaşalım, hani sen demiştin ya o evi de o şehri de kendine işkence ettin diye, bu işkenceden uzaklaşsam ne çıkar? Bir an bile ayrı kalmayalım, cıvık herifin teki olduğum için değil de ayrı kaldığımız yıllar yüzünden sırtıma binen yüke inat. Bu meseleye dair tahayyül edilecek onlarca şey var ancak bunlar şu an elimde sihirli bir değnek olsa bile gerçekleştirmeyeceğim şeyler oldu artık, çünkü her şey dağıldı geçen yıllarda. Saflığını kaybetmiş bir hayal oldu. Gene de aklımdan geçmesine engel olamıyorum bu varsayımların. İşte sırtıma binen yük dediğim şey yılların getirdiği uktedir. Ben bu yükü kafamın içindeki yolda da taşıyorum, ayak bastığım kaldırımlarda da.
Ben bu selin, akıntısına kapılmış gidiyorum. Onunla beraber önüme çıkan her şeyi de yok ediyorum. Nereye gittiğine dair tek bir söz hakkım bile yok, çünkü kapılan benim, bu yolun bitişi senin insafına, doğanın, güneşin, tanrının insafına kaldı hatta. Fakat ben, sadece kapılanım tüm namertliklere rağmen. Böyle bir şeye maruz kalan herkes gibi ben de çırpındım, çok uğraştım kurtulabilmek adına. Bu akıntının beni sürüklediği her metre, üstümün sırılsıklam olmuş her zerresi zoruma giderken; artık öyle bir derdim yok. Adına öğrenilmiş çaresizlik de, adına manyaklık de, adına ukte de, ya da hiçbir şey deme, bunun söz hakkı sadece bana kalsın. Hakkım olmasına rağmen sözü bulamıyor olsam da, ölene dek bulamayacağım demek değildir bu. Komik ama akışına bırakalı yılları devirdim, zaten bu selin bana sunduğu başka bir seçenek yoktu. Fani olan hiçbir şeye sonsuzluğun bahşedilmeyişinin vermiş olduğu güvenceden başka hiçbir çare yok aklımda. Bardağın dolu kalan birkaç damlası budur.
Ben bu selin, akıntısına kapılmış gidiyorum. Onunla beraber önüme çıkan her şeyi de yok ediyorum. Nereye gittiğine dair tek bir söz hakkım bile yok, çünkü kapılan benim, bu yolun bitişi senin insafına, doğanın, güneşin, tanrının insafına kaldı hatta. Fakat ben, sadece kapılanım tüm namertliklere rağmen. Böyle bir şeye maruz kalan herkes gibi ben de çırpındım, çok uğraştım kurtulabilmek adına. Bu akıntının beni sürüklediği her metre, üstümün sırılsıklam olmuş her zerresi zoruma giderken; artık öyle bir derdim yok. Adına öğrenilmiş çaresizlik de, adına manyaklık de, adına ukte de, ya da hiçbir şey deme, bunun söz hakkı sadece bana kalsın. Hakkım olmasına rağmen sözü bulamıyor olsam da, ölene dek bulamayacağım demek değildir bu. Komik ama akışına bırakalı yılları devirdim, zaten bu selin bana sunduğu başka bir seçenek yoktu. Fani olan hiçbir şeye sonsuzluğun bahşedilmeyişinin vermiş olduğu güvenceden başka hiçbir çare yok aklımda. Bardağın dolu kalan birkaç damlası budur.
10-11 mayıs 2018, affet biraz erkenciyim ancak yine de yavaşım.
9 Mart 2018 Cuma
vida, gerizekalı vida!
Çok şey karaladım bu zamana kadar. Gerçek olmayan kavgalar üzerine karaladım, gerçek olmayan hayat hikayelerine çok anı ekledim, yazabildiğim en iyi satırlar hep gerçeklikten uzak şeyler üzerineydi. Sabahattin Ali'nin bahsettiği iki mekan, kafamızın içi ve dünyanın ta kendisi vardı ya. Ben hep kafamın içinde daha iyiydim. Gerçek dünyada istisnasız bir şekilde çuvalladım. Her şeyi kafasına takan, manasızca heyecanlı ve rahat yüzü görmeme engel olan yapım benim en büyük imtihanım oldu, bir adım bile öteye gidemedim. Bir adım bile öteye gidemeden kayboldum. İroni ama gerçek. Ayrıca yapım dediğim bu özelliklerle doğduğuma da inanmıyorum, bu gerçek dünyada geçen çocukluğum, büyük -yalnızca fiziksel- bir adam olma yolunda geçen günlerimde yaşadıklarım boyunca bu yapı hep ilmek ilmek işlendi. Ve bu mevzunun geldiği yerde kabuğunu kıramamış, bir önceki aşamadan hiçbir şey göremeyip bir sonraki aşamaya geçememiş bir adam olarak hiçlik yaşıyorum. Bir köşede çektiğim varoluş sancılarının bir gün bitme ihtimalinin arkasında bile boşa geçen günleri görebilen halimi anlayamıyorum. En acısı da... bazen bundan zevk duyuyorum.
Anlık bir hissiyat olarak bu zevki hissedebiliyorum. Sanki yılacak ve yıkılacak, üzerine takılacak bir şeyle karşılaştığım zaman görevimi yerine getirmemi sağlayacak bir şeyle karşılaşmış gibi oluyorum. Bu anlık zevk hissiyatı daha sonra yerini o şeylerin getirdiği hüzne bırakıyor. Kontrolünü katiyen elime alamadığım bu hayatta, dediğim gibi, olduğum yerde dururken kaybolmayı başardım. Beni ne kurtarır bilmiyorum bu küme düşme mücadelesinden. Sabit bir duruş sandığım bu mevzunun altında uçuruma doğru atılan bir depar var belki. Kötümser tarafım öyle diyor. Hadi bir pygmalion etkisi yapalım ve diyelim ki: belki de hala ölmemem, inadına sürdürdüğüm varlığım görecek günlerim olduğu içindir. İnancım bana bu konuda yüreğimde huzurun zerresini hissedebilmek için defalarca dua ettirirken kuramları da pas geçmek istemiyorum. Her şeyin ortasındayım, bunu daha önce de kimsenin göremeyeceği yerlere yazmıştım. Bu her şeyi tek tek örneklendirmek hayatta en çok yaptığım şeyi yapıp kendimi tekrar etmek olur. Bari bir seferliğine de olsa etmeyeyim, ne gerek var. Ortadayım, hepsi bu. Hayatta bertaraf olmak üzere olan bir bi' tarafım.
Arabesk kafamın içinde asla çalamadığım eğlenceli aşk şarkılarının yokluğunun hüznü var. Umutsuzluktan bahseden satırların yerini ben de isterim ki çiçekler ve böceklerin varlığına teslim edeyim. Var olana şükretmek boynumun borcu ama isterim ki bir kere de başıma gelen için teşekkür edeyim. Böyle bir şeyler yazmak isterken en olmadık yerde siktir et diyip kesmek istiyorum. Mesela gene öyle bir an. Yazacak dermanı kendimde bulamıyorum mesela. Bundan bile aciz olmamalı insan ama oluyor. Yazdığım şeylere dair en üzücü olanı şu; aylar önce, yıllar önce yazdıklarıma baktığım zaman gene aynı kafada olduğumu görmek. Bu ise benim durduğum yerde kayboluşumun, sanki bir vida gibi döne döne o yeri hiç bozmadan dibe batışımın bir göstergesi gibi. Ve yazdığım her şey, bir kıyıda köşede var oldukça o deliğin daha da açıldığını yüzüme vuruyor. Vida, çok mantıklı bir benzetme oldu bence. Hayatımın en zorlu maçlarında, en kritik deplasmanlarında ilk dakikalarda elimi yüzüme bulaştırmamı çok güzel anlatacak bir eş seslilik, sevdim bunu: Vida! Test, gerizekalı vida!
1 Şubat 2018 Perşembe
-
Buraya uzun zaman oldu ölüme yaklaşmalı satırlar yazdığım ama ölmedim, hala hayattayım. Hayatta oluşum ise hala aynı raddede, daha fazlası olmaksızın nefes alıp vermek ve beklemek. Hızlı adımlar, öfkeli düşünceler, bitmek bilmeyen bir hastalık hissi ve kendi girdabımda her geçen gün daha da dibe boğulmak. Ben ne istediğimi bilmiyorum, belki de geçmişte çözemediklerim bugün beni böyle yapmıştır. Kafamın da bedenimin de geri dönemeyeceği yerlerde oluşan kocaman delikler. Freudlar, Havighurstler, Eriksonlar. Zaten boktanken şeker atmadığın için iyice boktanlaşan kahvehane çayı tadında günler. İçe doğru adam akıllı çekilmeyen niye yandığı belirsiz sigaralar. Sebepsiz öfkeler, zamansız sakinlikler. Her gün geçtiğin o kavşak, çıktığın o yokuş, vardığın o tepe. Binlercesiyle tıkılı kaldığın devasa kafesin geceleyin en güzel görülebildiği yer. O yerde bir ev, biri "sen kendine eziyet yaptın o evi" derken aslında o ev uğruna yaşamalar. Vicdan azapları, her gün, daha fazla, üstelik adam akıllı hüküm giyecek bir suçun bile yokken, karakol kayıtlarında veya beddualarda geçen bir ismin bile yokken. Ne yazsam boş. Daha da kötüsü ne yapsam boş. Rutin öldürür demiş adam, bir yere varmayan bu dümdüz yol öldürüyor. Eğer bir çöldeysen yolun sağa veya sola gitmesi senin için bir şey fark etmez ve ben çöldeyim, susuzum, seraplar görür haldeyim, geceleri üşür, gündüzleri yanarım. Ben çıkmaz sokaktayım, duvarları yıkamayacak kadar güçsüzüm, duvarları aşamayacak kadar etkisiz. Ben gerçekten ne istediğimi, nereye varmam gerektiğini, ne yapmam gerektiğini, neyle uğraşmam gerektiğini bilmiyorum. Kayboldum. Yemin ederim mecazsız ve yalansız bir şekilde kayboldum. Elimden gelenin daha fazlası varsa bunun nasıl olduğunu bilmiyorum. Kurtarın beni kendimden. Kurtarın beni. Bir amaca, bir değişime, bir an dolusu mutluluğa muhtacım.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)