16 Ekim 2017 Pazartesi

sokak devriyesi.


Bugün can yoldaşım diyebileceğim bir arkadaşımla sabahın soğuk ve erken bir saatinde alakasız boş ara sokaklarda elde sigara yürürken kafama bir şey dank etti. Adımlarımız sanki bir yere yetişmeye çalışıyormuşuzcasına hızlıydı ama yetişmemiz gereken bir yere yürümüyorduk. Aslında nereye yürüdüğümüzü de bilmiyorduk. Herkes bir yerlere geldi, yahut gelmeyenler de gelmiş süsü verdi. Bir biz kalmışız haberimiz yok. Her gün sokaklarda karşılaştığımız adamlar ortada yok. Sanki bu sokakların bütün nöbetini bize yazmışlar da kaçıp gitmişler. Bir biz kalmışız.

Bu kaçıp gidenlerin başına gelenleri bir yerlerden duyduğumuz zaman çok şaşırıyoruz. Neden ki? Sokaklara baktığın zaman kaçını görüyoruz artık? Küçük bir şehrin dar ara sokaklarından herkes çıkarken bizim kabuğumuz kalınlaştı. Bizim potansiyelimizin bunun üzerinde olduğunu düşünsem de ne zaman kafamızı kaldırmaya çalışsak inen darbeler bizim haddimizi burası belledi. Kendimizi bunlardan korumak için kabuğumuzu kalınlaştırdık ve o kabul öyle bir hal aldı ki biz istesek de çıkamıyoruz içinden. Uzak mesafelerden akıp gelen selin önüne geleni yıkarak taşıdığı şeylerden bir tanesi benim bu şehri kendime işkence yapmam üzerineydi ama işkence mekanlarda değil, işkence insana en yakın gibi görünüp en uzak olan yerde; tam içinde. Ben hayallerimin başkentinde küçük karanlık bir odada uykusuzlukla mücadelemi gözlerimin ıslaklığıyla bölmüşken ne kadar suçlayabilirim ki burayı. 

Demem o ki, bizim bu boş ve soğuk ara sokaklarda elde sigara yürüyüşlerimiz devam edecek. Bir medet umma, binlerce dua, akabinde hayal kırıklıklarıyla gelen binlerce sitem... finalde bunlar birkaç gereksiz telkine ve geri vites yaparak ettiğimiz şükürlere bağlanır. Ne biz bir yön bulabiliriz kendimize, ne hayat bize şu yıllar sonra kahkahalarla anlatılan türde tesadüflerinden sunar. Biz bu boş ve soğuk ara sokakların arasında dudaklarımızdan yükselen dumanlar gibi darmadağınız. Ve bu dumanlar gibi ne çevremize bir yararımız var, ne kendimize. Belki ufak tefek hatalarımız oldu, tamam belki de bundan daha fazla. Yine de her şey olabiliriz ama suçlu değiliz. Hatalıyız, ama suçlu değiliz. Bu yaşadığımız suçlarımızın bedeli değil, zira bu kadar büyük bedeller ödeyecek suçlar işlemedik. Bu yaşadığımız şey bir kötülüğün sonucu. 

Bir gün o arkadaşımın da gideceğini biliyorum. Bunu bir hasetle veya kıskançlıkla yazmıyorum. Umarım gider. Bu boş ve soğuk ara sokaklarda bir kaybeden ruhu, ikisine yeğlerim. Bunca kaypağın kurtulduğu yerde onun gidişine ağıt yakacak değilim. Aksine sevindirir bu beni. Peki ya ben? Benim hayatımda bir şeyin iyiye gideceği falan yok. Şükrettiğim birkaç parça şeyi de sona yaklaştırıyor hayat. İsyan ettiğim tonlarcasınınsa bir çözümüne yaklaştığını sanmıyorum. Sanmamaktan da öte, adım gibi biliyorum. Tuhaf bir kader, her şeyin ortasında kalmış bir ruh, üst üste biriken yarak kürek işler. Kendime her şeyi yoluna koyacağıma dair milyonlarca kez söz verdim ama olmadı. Zaten kendime uzun bir ömür biçmişliğim yok artık. Ne bir işe, ne bir aileye, ne bir geleceğe yönelik hayalim kaldı içimde. Şu an bu satırları yazarken bile kafama dank eden şeyler acilen uyanmam gereken kötü bir kabus gibi geliyor ama bu olanlar gerçek ve lanetimin bir parçası. Ben ilk günden bugüne, milyarlarca insanın ayak basıp gittiği bu dünyaya gelmiş yalnızca basit bir insanım, vadem dolar giderim. İsmim bu dünyaya kazınmayacak, gelişim ve bugünüm gibi gidişim de kimse için bir şeyi değiştirmeyecek. Bunu dert edinemeyecek kadar öncelikli dertlerim var ancak ben bu gidişi bir gün yüzü bile görmeden yapacağım ya, o zoruma gidiyor işte. 


5 Ekim 2017 Perşembe

ortada olmak.

Ortada olmak, her şeyin ortasında öylece kalmak. Sağ ile solun, muhafazakarlıkla modernliğin, iyilikle kötülüğün, delilikle dahiliğin, inanmakla inançsızlığın, ölümle yaşamın, doğruyla yanlışın kısacası insan aklına gelebilecek her türlü karşıtlığın ortasında; attığın birkaç adımda o çizgiden taşmamak. Sanki herkes bir düşünceyle, bir tarafla, bir hal ile sarhoş da bir sen ayıksın. Oysa ki herkes yaşarken bir sen kayıpsın. Sonbaharda kendini rüzgarın insafına bırakan bir yaprak gibi olmak. En acısı kendini tanıyamamak. Ben bu hayatta kayboldum işte dayı. Failimeçhul bir cinayete kurban gitmişçesine bana bunu yapanlar da benim gibi kayıp. Benim dosyam ve üstüm kapandı. Toprağa battım, boka püsüre battım. Benim kaybettiğim bu hayat mücadelesini geri çevirme şansım kalmadı. Kale bit kadar, kalecinin başı arşa değiyor. Oysa ki büyük hayallerim vardı. İnsanın bu hayattan çıkardığı ilk sonuç hayallerin sınırı olmayışı. Ben de bu sonuca göre çok şey tasarladım, çok şey istedim, diledim. Yıllar geçti ve her seferinde azalttım, daha da çok, daha da. Bugün yerin altındayım. Dünyanın en güzel manzarasını izleyen tepelerin yerini bataklıklar aldı. Ne sesim gider birine, ne biri kurtarmaya gayret eder. Fakat her şeyin suçlusunun başkaları olmadığı da açık. Ben yaptım ben! Bu ortada kalmak bende başlıyor, bende bitiyor. Ben kimim bunu bile bilmiyorum. Ne severim, ne yaparım, neye gülerim, ne isterim? Kendisini tanımazken biri, başkasının tanımasının bir önemi var mı? Hiçbir zaman anahtarı olmayan kapalı bir kutu. Ve bu kutunun ne içindekinin bir önemi var, ne de dışının bir davetkarlığı. İyi ya da kötü, bu hayatın bir noktasında olmak istiyorum. Kendimi bilmediğim, yarınımı saymadığım, ne yapacağımı bilmediğim bir noktada rüzgarın götürdüğü yerde savrulmak istemiyorum. Akılsızlığımdan mı, imkansızlığımdan mı yoksa bahtsızlığımdan mı bilmiyorum. Bir şey eksik, ama eksik olan yalnızca "bir" şey mi bilmiyorum. Herkesin ayaklarıyla gittiği yönü izliyorum savrulduğum yerden, battığım çukurdan. İnsan kaybolduğu noktada aslında herkesi daha iyi görme fırsatı buluyor. Bedenim işlevini yitirmiş de ondan ayrılan ruhum oradan oraya dolaşıp her şeyi izliyormuş gibi. Ben bu hayatta ziyan oldum, bunun farkındayım. Bu ne bir acitasyon, ne bir abartı. Bu benim aynada gördüğüm, bu benim her gece uyuyup her sabah uyandığım, her saniye yaşamakla yükümlü olduğum gerçeklik. Dünüm ziyan, bugünüm ziyan, yarınım yok. Şairin dediği gibi,

Bakın, yaklaşıyor yaklaşmakta olan.
Bakın, yaklaşıyor yaklaşmakta olan.
Bakın, yaklaşıyor...
Yazık, şairler kadar cesur değilim.

6.10.17 


27 Haziran 2017 Salı

münacaat.

tahammülüm yok, bir fısıltıda sağır olmak gibi. son kıt'ası son çağrısı sonlu günlerimin.

münacaat
ismet özel

Bu yaşa erdirdin beni, gençtim almadın canımı
ölmedim genç olarak, ölmedim beni leylak
büklümlerinin içten ve dışardan
sarmaladığı günlerde
bir zamandı
heves ettim gölgemi enginde yatan
o berrak sayfada gezindirsem diye
ölmedim, bir gençlik ölümü saklı kaldı bende.
Vakti vardıysa aşkın, onu beklemeliydi
genç olmak yetmiyordu fayrap sevişmek için
halbuki aşk, başka ne olsundu hayatın mazereti
demedim dilimin ucuna gelen her ne ise
vay ki gençtim
ölümle paslanmış buldum sesimi.

Hata yapmak fırsatını Adem’e veren sendin
bilmedim onun talihinden ne kadar düştü bana
gençtim ben ve neden hata payı yok diyordum hayatımda
gergin bedenim toprağa binlerce fışkını saplar idi
haykırınca çeviklik katardım gökyüzüne
bir düşü düşlere dalmaksızın kavrayarak
bulutu kapsayarak açmadan buluta içtekini
tanıdım Ademoğlu kimin nesiymiş
ter döküp soru sormak nereye sürüklermiş kişiyi.

Çeşme var, kurnası murdar
yazgım
kendi avcumda seyretmek kırgın aksimi.
Gençtim ya, ne farkeder deyip geçerdim
nehrin uğultusu da olur, dalların hışırtısı da
gözyaşı, çiğ tanesi, gizli dert veya verem
ne fark eder demişim
bilmeden farkı istemişim.

Vay beni leylak kokusundan çoban çevgenine
arastadan ırmaklara çarkettiren dargınlık!
Yola madem
çöllerdeki satrabı yalvartmak için çıkmıştım
hava bozar, yüzüm eğik giderdim yine
yaza doğru en kuduzuyla sürüngenlerin sabahlar
yola devam ederdim.

Gençtim işte şehrin o yatık raksından incinen yine bendim
gelip bana çatardı o ruh tutuşturucu yalgın
onunla ben
hep sevişecek gibi baktık birbirimize.
bir kez öpüşebilseydik dünyayı solduracaktık.

Oysa bu sürgün yeri,bu pıtraklı diyar
ne kadar korkulu yankı bulagelmiş gizlerimizde
hani yok burda yanlışı yoklayacak hiç aralık
bütün vadilere indik bir kez öpüşmek için
kalmadı hiç bir tepe çıkılmadık
eriyeydik nesteren köklerine sindiğimizce
alıcı kuş pençesiyle uçarak arınaydık
ah, bir olaydı diyorduk vakar da yoksanaydı
doğruydu böyle kan telef olmasın diye çabalamamız
ama kendi çeperlerimizi böyle kana buladık
gönendi dünya bundan istifade
dünya bayındırladı:
Bir yakış, bir yanış tasarımı beride
öte yakada bir benî adem
her gün küsülü kaldık.

Bunca yıl bu gücenik macera beni tutuklu kılan
artık bu yaşa erdirdin beni,anladım
gençken almadın canımı, bilmedim
demek gökten ağsa bile tohum yürekten düşecekmiş
çünkü hataya bağışık büyük hatadan beri nezaret yer
çiğ tanesi sanmak ne cüret, gözyaşıymış
insanın insana raptolduğu cevher.

Şimdi tekrar ne yapsam dedirtme bana yarabbi
taşınacak suyu göster, kırılacak odunu
kaldı bu silinmez yaşamak suçu üzerimde
bileyim hangi suyun sakasıyım ya rabbelalemin
tütmesi gereken ocak nerde? 


18 Mayıs 2017 Perşembe

sen ve ben.

Sana,

Benim sana olan duygularım, aşk değil, sevda değil. Olmazı oldursan mesela bugün koşup gelsen açılmaz kollarım bir yandan bir yana. Fakat sen... sen benim bu hayatta kaybettiğim her mücadelenin, kazandım derken kendi hatalarımla geriye düşmelerimin ete kemiğe bürünmüş halisin. Sen, benim bomboş hayatımın anlatılmaya değer tek hikayesisin. Ondandır yıllara yenik düşmeden sana yazdığım cümlelerim. Ondandır gittiğim her yerde seni de yanımda taşımam. Ayaklarımın bastığı her yerde sen de varsın, baktığım her yerde varlığın, duyduğum her şarkıda adın... Sen, sadece sen olduğun için yoksun aklımda. Sen, benim bu hayatta kaybettiğim her şeysin ve uyandığım her gün bununla yüzleşmek benim ahir yaşamımdaki çilem. Geleceğimin belirsizliğinde, geçmişimin flu anılarında sen, gecenin karanlığında, günün maviliğinde sen. Yattığım uykuda, gördüğüm rüyada... Sen, benim gökkubbeyle toprak arasında yaşadığım hem cennet, hem de cehennem. 

Senden sonrasının olmayacağını söylemem basit bir yalan değildi tam aksine sıradan bir gerçekten çok daha fazlasıydı. Kendini çok iyi tanıyan bir adamın feryadı. Bugün bu adamın yüreğinde sana atfedebileceği milyonlarca farklı duygu var. Her birini sana yakıştırabiliyorum. Çünkü dedim ya senin yerin, bir insanın yeri değil. Ne körkütük sevilebilirsin, ne tamamiyle vazgeçilebilir. Güzelim saçlarının arasında şefkatle dolaşabilir parmaklarım, yahut gözlerim gözlerine dehşeti sunar bir bakışımla. Ben, bitik bir adamım. Coğrafyanın acımasızlığıyla terbiye edilmiş... Görünen ve görünmeyen mesafeler boyunca sürüklendiğim bu yerde bedenim paramparça. Değişmeyen bir çift gözüm kaldı, cesedimi teşhis etmene yararcasına; onunla da sana nasıl bakabileceğimi bilmiyorum. Onu da sen unuttun zaten, başka gözlerin görüş açısında. 

Bu sana dair yazdığım satırların ne ilki ne de sonuncusu. Her bir harfinden ayrı ayrı utanıyorum bunların. Hayır, bu çekingen ruhumun gariban utangaçlığı değil; bu apaçık bir utanç duygusu. Fakat göğsümden çıkarıp atmam gerektiğini de biliyorum. İçimde kalanlar beni boğarken bu bitkin bedenimden bir parça yük atmak istiyorum. Zira üstümdeki bu yük beni düşürüyor.

Ve ben,

Başımda ağrılarım. Başımı ağrıtan düşüncelerimle. Belli belirsiz yere uzanmış halde görüyorum kendimi, tepemde görkemli ağaçların dallarından bir nebze görünen gri gökyüzü. Sırtıma batan dikenlerin acısına saniyeler önce düşmeye başlayan damlalar eşlik ediyor. Damlalar gitgide hızlanıyor, büyüyor. Çamura dönüşüyor etrafım. Saniyeler önce sana yazdığım satırların olduğu bir defter yıkık dökük evimdeki masanın üstünde açık vaziyette duruyor. Damlaların beni sırılsıklam edişi ve çamura bulayışından aldığım keyifi tahmin bile edemezsin. Delice kahkahalar kopuyor içimden. Ya da yalnızca kahkahalar, bir deliden çıktığı için öyle duyuluyor. İki yana açık kollarımla, yerde bedenim kadar kuru bir yeri miras bırakıyorum. Anlık bir şey. Her şey anlık, her şey geçici. Bir sen varsın, kovsam bile gitmeyecekmişçesine. Devran dönsün diye bekliyorum, lakin sadece dünya dönüyor, gece ve gündüz birbirini kovalarken gerisi hep aynı kalıyor.

Yine sana,

Üsküdar'da kız kulesine bakan bir bankta, rüzgara teslim ettiğin saçların dalgalanıp kıskandırır müjdelenmiş şehrin güzelliklerini. Yüzünde alışılagelmiş bir somurtu ifadesi. Birleşen tek şey gövdene yaslanmış kolların, geri kalan her şey ayrı. Seni de yoran bu değil mi zaten, belki de benim gibi ağrıtan başını. Ben de orada oturmuştum. Aynı yerde. Aynı ifade ve aynı duygularla. Muhattap farklılığı ise ne acı bir detay. Hele ki çocukluğumuzun bir gününde birlikte oturmaya sözleşmişken. Ancak tüm bu zaman mefhumunun yaşattıklarından sonra canımı yakan şey bu değil. Bunlar hatalarımın bedeli. Eyvallahım sonsuz. Sana dair hislerimin çeşitliliği gibi canımı yakanların çeşitliliğinden de bir tane beğenemiyorum. Bu durum, benim yarım aklımın yetebileceğinden çok daha fazlası. Bu durum, çırpındıkça battığım bir bataklık. Saat gece 2'yi 11 geçiyor, ben bu satırlara başlarken saat akşamın 11'iydi. Ancak daha da önemlisi benim tüm bunları toplayabilmem bundan çok daha fazlasını, bir buçuk yılımı aldı. Topladıklarımsa yalnızca belirsizliklerim. Belki bir o kadar daha geçer ve belki o zaman belirsizliklerim arasından bir şeyler baş gösterir. Belki bir o kadar daha geçer ve zamanın geldiği noktada ben olmam. Senin adın düşüncelerimde, senin adın dilimde, senin adın avuçlarım semaya açıldığı zaman en içten dualarımda. Unutmak dileğiyle, geri kalan her şeyin treni yıllar önce kaçtı.

18-19 mayıs 2017.
buğra.


1 Nisan 2017 Cumartesi

serbest çağrışım geceleri #2: ben o kadar da delirmedim orospu evlatları.

Karmakarışık bir hal, hiçbir şeye ilgim yok. Az evvel aylardır düşlediğim bir şeyi yapıp sonatın devamını mı yazayım dedim ama o da kaldı zaten Tolstoy yazdığı eserin tarafımca devam ettirilmeye çalışıldığını duysaydı eseri yazdığına lanet ederdi muhtemelen. Dün 12 saat kadar uyudum. Artık uyumak hiçbir şey yapamadığım arada benim için en güzel ilaç. Mesela şu anda da uykumun olmasını ve uyuyabilmeyi çok isterdim ama uykum yok. Kendimle başbaşa kalmaktan nefret ediyorum ama bunu yapmak zorundayım. Bunun ömrümün geri kalanı boyunca devam edeceğini düşünmek korkutucu ama önümde beni bekleyen 1-2 senelik dar zaman diliminde bunu yaşamak daha özel ama daha güçlü bir korku. Dışarıdan bir göz olup bunları okusam mesela kendime tanık olsam bir başkası gibi çok sıkılırdım. İnsanlar bu halin benim kendi yarattığım, kendi kendimi zorladığım bir şey olduğunu düşünüyor ya işte benim en çok zoruma giden de bu. Çünkü tamam ben anormal bir insanım belki, belki acıdan zevk duyduğum anlar oluyor ama bunu hayatımın ana teması yapacak kadar da deli olmadım. Zaten gerçekten bir gün bu kadar deli olursam beni akıl hastanesinin bir hücresine kapatıp ölmemi beklemekle cezalandırmalı insanlar, zaten gerçekten bir gün bu kadar deli olursam insanlığa ihanet etmiş bir suçlu olurum. İşte ben o kadar deli olmadım, insanların bu düşüncesi de bana yapılan binbir haksızlıktan bir tanesi. Haksızlıklarla başa çıkmaktan yoruldum. Şu an hiçbir şey yapamayacak kadar dağınığım. Artık somutluklara lüzum yok, artık kumdan kalelerimi dağıtmak için bir tekmeye de, benim kendi rüzgarlarım yeter.

Senin çiçeklerin, 
senin umutların var, 
senin her daim ileriyi gösteren hayallerin, 
senin katiyen bana dönmeyen düşüncelerin, 
senin mutlulukların var, 
senin mutsuzlukların anlık, 
benim mutsuzluklarım hayatım, 
benim mutluluklarım anlık, 
benim ısrarla senden uzaklaşmayan düşüncelerim, 
benim her daim geriye dönük pişmanlıklarım, 
benim umutsuzluklarım var
benim sonsuz griliklerim.

15 Mart 2017 Çarşamba

serbest çağrışım geceleri #1: bloga yeni yazı attım kardeşim.

Allahına kadar doluyum bu gece. Düşünüyorum, diyorum ki ne yaptı bizi böyle. Ne bizi böyle sindirdi. Neyden geldik bu hale. Bunlarıysa katiyen düşünmeden yazıyorum. Yokuş aşağı. Frenimiz patlamış gibi. Hayatım gibi. İntikamsa alalım. Ama kimden? Hangi birinden? Nasıl? Cezaysa çekelim, diyelim ki; 'biz bir bok yedik, yediğimiz boka denk şekilde sürünüyoruz.' Öyle de değil işte. Nereden geldik, nereye gidiyoruz? Hangi yollardan geçtik olduğumuz durağa dek. Ya da hiç ilerlemedik de hala olduğumuz yerde miyiz? Kaderimizi bizi aynı yerde döndürüp duran bir taksici edasıyla mı karaladılar da önümüze çıkan yüksek bedeli hayat diye kakaladılar? Ayağımıza hangi taşlar takıldı? Hızlandıkça hangi hız tümseklerini çıkarttılar önümüze, hangi ışıklar kızardı bize? Hangi anıları çıkartalım geçmişten? Anamın bir gün bile açıldığını görmediğim eski püskü sandığı gibi kilitlemedik ki üstünü başını? Diyorum ki hadi bakalım ne var içinde. Anıları seçiyorum. Elimden gelen sadece nefret etmek ama ben nefret edemeyecek kadar merhametliyim. Ölümü anıyorum ama yaraya bile bakamıyorum. Bana diyorlar ki nereye bakıyorsun öyle dalgın dalgın, gözlerin kimi gözlüyor, hangi anılardasın? Batıl inançlara dayandırılacak gibi de değil ha. Dümdüz bakıyorum öyle, dümdüz. Beni boğan, benden taşan, beni sürükleyen ve beni bir köşeye atan selin, nedir kaynağı? Bilmiyorum. Bildiklerim değildir de bilmediklerim belki sorun. Geçmişim değildir de geleceğimdir belki. Nedir lan bu? Nedir amınakoyim nedir? Ben soruyorum olmuyor. Boşa koyuyorum dolmuyor, doluya koyuyorum almıyor. Bari sen sor. Gel bir sor de ki öldün mü? Ama bu benim için bir sürpriz değil. Yalnız başıma kaldığım anların hiçbirisi şaşırtmıyor. En sevdiğimizin gazabından kaçtığımız zifiri karanlık gecede öğrenmeliydim bunu çocuk aklımla. Senin soracağın yok ya, olması gerektiği gibi, ben soruyorum hala. Diyorum ki bu bir intikam değil, ceza değil, ne? Beklemek mi gerek? Nereye kadar? O kadar bekledik zaten bu geçti elimize. Her şeyin ilacı dedikleri zaman bizden sadece bir şeyler götürdü ve daha fazlasını götürecek. Daha uzağa gitsin diye iyice geriye çekilen bir ok değilim, ancak rus ruletindeki tek mermi olur benden. Ya kendime patlayacağım ya bir başkasına. Bugün kendimi dile getirebilmişken durmak istemiyorum da bu kendimi dile getirmek değil ki, bilmiyorum demenin ayıbı yok ama bilmeyip de konuşanlar değil mi nefret ettiklerimiz. Ne diye benzeyeyim şimdi.



23 Şubat 2017 Perşembe

fren mesafesi.

23.2
Kalbim en uzak hayallere coşkuyla çarparken aklım intihar mektupları karalamakta. Dolu hissediyorum kendimi, bir damla daha gam alamayacak kadar. İstemediğin bir ödülü "kazanmak" adına çabalamanın tek çıkar yol gibi görünmesi ama aslında beni çıkarttığı tek şeyin zıvana oluşu gibi. Tek bir adım atmaya, herhangi bir cümle için dudaklarımı aralamaya mecalim yok. Geleceğimi göremiyorum. Değil yıllar, aylar sonrasını bile düşünmek sürrealliğin daniskası. Dert yarrak gibidir herkes en büyüğü kendinde sanır demişler, bendeki durum öyle de değil, aslına bakarsan herhangi bir insanın yapabileceği en mantıklı telkinleri kendi önüme seriyorum ancak bunun hiçbir şeyi değiştiremeyişi kaçınılmaz bir son oluyor. Aslında kaçınılmaz sonlara gelecek olursak bu konuda hissiyatımın karanlığını normal bir siyah değil anca vantablack karşılar ve bunun ilk cümleyle kocaman bir bağı var. Koştuğum bu yarışta bitiş çizgisi uçuruma paralel ve hızım da kontrolüm de freni patlamış bir kamyondan hallice. Geleceğin belirsizliği, geçmişin dönülmezliği ve yalnızlığım beni içten içe yiyip bitiriyor. Ben kısa ömrümü kaplayan tüm bu kasvetten yoruldum. Ne olacaksa, nasıl olacaksa olsun. Olsun ve bitsin.

Bir konu daha var ama o konuyla ilgili düşündüğüm, yazdığım, baktığım, andığım her an kendimden nefret ediyor, tiksiniyorum. 1 yıl oldu anasını sikeyim ne cümle kaldı, ne duygu, ne düşünce. Bıraktığı boşluk, hissi bir çöplüğe döndü ama katiyen dolmadı. Bu yaranın ölene kadar sızlayacağına ve benle geleceğine emindim zaten. Bunu söylediğimde bana inanmamıştı ama ben hislerimde her zaman dürüsttüm.

3 Şubat 2017 Cuma

milenyum.

2.2.
Kadının bu naif isme ve bedene sığdırılmış ruhunda yeryüzünün halleriydi yatan. Cennetin vaadedilmişlikleri. Musa'nın kızıldenizi yarışı gibi şehrin sonsuz ve zamansız griliğini, kıyılara vuran dalgaların hışırtılarını yarıp saçabilirdi baharın güzellikleriyle kuşların cıvıltısını. Adam. Tüm naiflikten uzaklığıyla bu hikayenin son anda secde eden firavunuydu ve Musa biliyordu ki yeis halinde, son anda, can havliyle edilen tövbeler tanrı için hiçbir şey ifade etmez. Adamın sözlerinin kadın için hiçbir şey ifade etmediği gibi. Peki bir Lazarus olsa ne değişecekti? Hani İsa'nın dirilttiği. Belki Lazarus'unki gibi bir kudret arayışı içindeydi adam lakin bu hikayede o kadar çok ölü vardı ki hangi birini diriltsindi? Bir katliam bu hikaye, bir sınanış. Adam, kadının omuzlarından tutup sarsmak, bunun mantıksız davranması gereken tek an olduğuna dair bağırıp çağırmak istedi. Yani... 1956'dan bir gün gibi. Hani şu adamın gittiği.

(...)

25 Ocak 2017 Çarşamba

aynı adam.



ismet özel - aynı adam
erbain s.113-117

Tozludur saçlarım, saçlarımdan
devrilmiş sarayların dumanları savrulur
yüzüm yanıktır
yüreğime bir karanfil sokuludur
ve partizanca darbelerin dünyaya ilen şavkı
benim göğsüme göğsüme vurup durur.

Ben dünyaya doğru yürümekle meşhurum
bahar da sürgülenir içime katranlar da
hem koşarak yarattığım sevgiler vardır
hem körlenmiş sevgilerin acısıyla koştururum.
Beni sular
kocaman taşları parçalayarak hatırlıyor dağlarda
ve beni hatırlatıyor çeltik tarlalarında aynı sular
umutlu sakinlikleri
lohusalıklarıyla.

Ben dünyaya doğru yürümekle meşhurum
kökten dallara yürüyen sular gibi
yürürüm kömür ocaklarına, çapalanan tütüne
yürürüm hüzün ve ağrılar çarelenir
dağların esmer ve yaban telaşından kurtula diye
torna tezgahlarında demir.
Yürürüm çünkü ölümdür yürünülmeyen
yürürüm yürüyüşümdür yeryüzünün halleri
kanla dolar pazuları tarladakinin
hızar gürültüsü içinde türkülenir bir öteki
gökleri göğsümden aşırtarak yürürüm
yağlı kasketimin kıyısında nar çiçekleri.

Aynı adam Ekim günlerinden beri gümbür gümbür gelirim
teneke damların üstüne safi sinirden doğan güneş
portakallar fırlatarak parlıyor benim adımlarımla
anladım neden yorgunluk
gülümserlik getiriyor insana
hayatın bana başat
bana avrat oluşunu öğrendim
işçiler bunu kurşunlanarak öğrendi
on beşinde bir arkadaş
inancını savunurken yargıca
anladı bulana durula akmakta olan şeyi.

Yürüyorum
azarlanıyorum fışkıran başaklarla
iki bomba gibi taşıyorum koltuğumdaki bir çift somunu
hurdahaş bir sancıyla geçiyorum badem çiçekleri altından
gözlerim nemli değil.
gözlerim namlu.

(1968)
 

9 Ocak 2017 Pazartesi

karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak.


ne çok isterdim sana bu şiiri okumayı. zoraki veya isteyerek, tanrının kaleminden bir senaryo seni nefesimin değeceği kadar yanıma taşıdığında. bir çatışmadan çıkmışçasına yorgun, yerle bir, omuz omuza. zaten gözlerine bakamazdım bunu yaparken. bu anın hayalini yaşarken aklımdan geçen, olduğumuz yerin, anılarımızın karanlığıyla mücadele eden mum ışığını seyrederdim.

ismet özel - karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak.

Benim adım insanların hizasına yazılmıştır.
Her gün yepyeni rüyalarla ödenebilen bir ceza bu.

Keşke yağmuru çağıracak kadar güzel olmasaydım
Ölüm ve acılar çatsaydı beni
Düşüncem yapma çiçekler kadar gösterişli ve parlak
Sözlerim ihanete varacak doğrulukta olsaydı.
Anmaya gücüm yetseydi de konuşsaydım
Diri-gergin kasları konuşsaydım
“Kardeşler! ” deseydim “Kardeşlerim! ”
“Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan
“Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan
“Bakın yaklaşıyor...”
Yazık, şairler kadar cesur değilim
Çocukların üşüdükleri anlaşılıyor bütün yaşadıklarımdan
Gövdem kuduz yarasalarla birazcık yatışıyor.

Benim gövdem yıllar boyu sevmekle tarazlandı
Öyle bir çalımlarla gecenin çitlerinden atlardım
Bir güneş sayardım kendimi denizin karşısında
Çünkü çam kokularına sürtünüp ağırlaşan ruhların
İnanmazdım dosyalara sığacağına
Gittikçe ışıldardım dükkânlar kararırken
Hüznün o beyaz etrafına sakallarım batardı.

Benim adım bilinen cevapların üstüne mühürlenmiş
Ellerim tütsülenmiş
Evlerin yeni yıkanmış serin taşlıklarında
Dirgenler, bakraçlar, tornavidalar
Bende kül, bende kanat, bende gizem bırakmadılar
Ve içinden bir baş ağrısı gibi çınlamaktansa
Gövdem açık bir hedef kılındı belâlara.
Ve bu yüzden yakışıksız oluyor
İnsanları hummalı baharlar olarak tanımlamak
Ve bu yüzden göğsümde dakikalar
İnce parmaklar halinde geziniyor
Konvoylar geçiyor meşelikler arasından
Bir yaprak kapatıyorum hayatımın nemli taraflarına
Ölümden anlayan, ciddi bir yaprak
Unutulacak diyorum, iyice unutulsun
Neden büyük ırmaklardan bile heyecanlıydı
Karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak.

(1972)